3 Mart 2013 Pazar

Otomobilleri neden sev(m)iyoruz?




   Blog yazmaya yeni başlamam ile ben de online motorsporları ve otomobil dünyası medyasının bir parçası haline gelmiş oldum, her ne kadar rolümün çok önemsiz olduğunun farkında olsam da bu konuda bence söylenmesi gereken pek çok şey olduğunu düşünüyorum. Bu yazı aslında uzun süredir kafamdaki düşüncelerin, kendi içimdeki çelişkilerin bir çeşit dışa vurumu. Buna da vesile olan kişi aslında Burak Ertem'den başkası değil.
 
   Türkiye'de motorsporlarına ilgisizlik olduğunu söylemek için uzun süren araştırmalar yada anketler yapılmasına gerek yok sanırım. Motorsporlarına karşı bu ilgisizliğin sebeplerine bakarsak bir çok neden söyleyebiliriz, eminim herkesin bu konuda söyleyecek iki çift lafı olacaktır. Hayatımızda yer kaplamayan bu sporlara karşı ilgi olmaması da şaşırtıcı olmuyor, peki ya otomobiller?

   Otomobil sahibi ailelerin, olmayanlara göre çok büyük oranda olduğunu söylemek lazım. Hayatımızın bir çok aşamasında yer alan araçlar ve bir çok kişinin de ilgisi diyebiliriz diyoruz dışarıdan bakınca. Araçlarını her hafta oto kuaföre götüren bir çok insan tanıyorum, otomobillerine aşık insanlar. Yine de sanki bir şeyler hala yolunda değilmiş gibi bir his var içimde. Otomobil medyasına karşı büyük bir ilgisizlik olduğunu düşünüyorum ve bunu anlamak için dahi olmaya gerek var mı bilmiyorum, şöyle bir Türkiye'deki yayınların satış rakamlarına bakmak yeterli bence. İnternet dünyasında da işler çok farklı değil, ilgi çok düşük. Sıradan bir aracın adını google'dan aratın ve çıkan sonuçların satılık araba ilanları olduğunu görün. Bütün ilgimiz bu aslında, yeni bir otomobil satın alırken birden özelliklerini ezberleyen adamlar oluyoruz ama satın aldıktan sonra her şey bitiyor. Kendi aracımızdan başka hiç bir araca ilgimiz kalmıyor.



   Bizim otomobil kültürümüz var mı peki diye düşünmeden edemiyorum. Otomobilleri anlamadığımız ve onların dünyasına ilgi göstermediğimiz bu koşullarda Türkiye'de otomobil medyasının işlerinin ne kadar zor olduğunu hep düşünmüşümdür. Buna sebep olarak, aklıma gelen nedenlerin ilki ekonomik sebeplerdi. Bu insanlar acaba otomobilleri seviyor ancak dergi satın alacak ekonomik koşullara mı sahip değiller diye düşündüm. Bir süre sonra farkına vardığım şey şu oldu, online ortamdaki ücretsiz mecraları takip edenler kişiler belirli kişiler ve bunların zaten çoğu yazılı basını da takip eden kişiler. Belli bir meraklı kitlenin ötesinde otomobillere ilgili olan kişilerin sayısı çok az ve dergilerin de ekonomik koşullardan dolayı başarısız olduğu kanısından vazgeçtim.

   Diğer bir neden ise, Avrupa'daki yayınlar ile Türkiye'deki yayınların kalite farkı oldu. Türkiye'de bu işi zor koşullarda yapan abilerimi ve kardeşlerimi eleştirmeye çalışmıyorum, ancak eminim onlar da farkındadır ki, kalite konusunda eşit koşullar yok. Araç testlerinin çok yetersiz olduğunu görüyorum, aracın teknik özelliklerinden bahsetmek, bir kaç değişen çizgisinden bahsederek yorum yapmak ve bitti. Aracın hisleri hakkında hiç bir fikrimiz olmuyor, karaterini bilmediğimiz bir aracın nasıl test edildiğini anlayamıyorum. Bununla kalmadığını da belirtmem lazım, dergicilikte yazının yanında fotoğraflamanın da önemli bir husus olduğunu unutmamak lazım.






   Amatör fotoğrafla uğraşımın yanında fotoğraf okumayı ve kompozisyon oluşturmayı öğrendiğim için, belki de benim gözüme daha çok batan bir konu oldu. Avrupa basınındaki fotoğraflar ile Türkiye'deki medyanın çektiği fotoğraflara baktığım anda fotoğrafın hangi medyaya ait olduğunu ayırdedebiliyorum. Farkların en başında yer alan şey şu; biz otomobili kadraja sığdırıp çekiyoruz, ışığın yada arka planın hiç bir anlamı yok. Avrupa'da ise doğru ışığın ne zaman ortaya çıktığından tutun, aracın fotoğrafının nerede çekilirse arka planın o aracın estetiğini destlekleyeceğine ve aracı ortaya çıkaracağına dair pek çok karar alınıyor. Otomobil fotoğrafçılarının sabahın 4'ünde uyanması çok normal olan şeyler bu açıdan.

   Peki sorun bizim medyamızda demek aslında bir kaçış. Şimdi biraz da bakışımızı farklı yöne kaydıralım. Peki bu medyanın zor durumuna karşı elindekilerle bir şeyler yapmaya, bir şeyleri inşa etmeye çalışan kişiler neler düşünüyor, onların içindeki sesler ne? İşte bunun cevabını EVO Türkiye'nin Editörü Burak ERTEM Ocak sayısında veriyor.

   Burak ERTEM benim için çok anlamlı bir yazı yazdı ve oradan bazı küçük cümleleri size aktarayım;

   -"Daha önce de bahsettiğim gibi, İngiltere evo'daki benim koltuğumda oturan meslektaşımın garajında bir kaç farklı süperotomobil olduğu gibi tekne gibi ulaşım araçları da mevcut"

   -"Uçaktan inip hiç otomobil kullanmadan otelin havuzuna, barına yetişmek isteyenler var. Ve bu insanlar bazı marka yöneticileri tarafından daha çok önemseniyor"

   - "...firmalar test otomobillerinin içinde bırakın yaşamayı, tabiri caizse sadece fotoğraflarını çekip geri bırakacak kadar bir süre için verdikleri oluyor. Bunu bir lütuf olarak görüyorlar. Bazı markaların görüşlerinin şu şekilde olduğunu düşünüyorum 'Bizler otomobile açız, kendi otomobillerimiz yok, bu nedenle ne kadar kullanırsak, dolaşır işimizi görürsek kardır' "

   -"Mecralar artık kolay satın alınabiliyor. Kendi kazancımıza göre bir kaç basamak yukarıda olan mekanlarda yemek yeniyor, konaklanıyor, yeni model anlatılıyor ve bu mekanların kalitesi arttıkça o modelin eksi hanesindeki maddeler ister istemez silinmeye başlıyor. Ben kendimi bu olan bitene hayır diyecek kadar güçlü hissetmiyorum ve kendimi kandırmak da istemiyorum. Çünkü ekonomik olarak güçlü değiliz, reklama ihtiyacımız var ve bir otomobil hakkında olumsuz gerçekleri yazdığımızda ne yazık ki aynı zamanda reklamlarıyla besin kaynağımız olan bazı markalar kaçıklarını bizim ağzımızdan çekiyorlar"

   -"Yanlış yerde doğduğumuz klişe cümlesiyle, gelecek ay umarım tekrar görüşürüz"

   Şimdi bu yazılanlardan sonra hala bu kalite farkını yaratanın aslında Türkiye'deki otomobil medyasının olmadığını anlamak zor değil. Belki de avrupalı meslektaşlarıyla aynı koşullarda olsalardı çok daha iyi iş çıkaracaklardı diye düşünmüyor değilim, çünkü bu ülkede bu işi yapabilmek için azim ve aşk gerekiyor ve bu insanların buna sahip olduğunu düşünüyorum, çünkü ekonomik anlamda getirisi olmayan bir iş ve biraz da gönüllülük esasına dayanıyor. Bu işi yapanlar para için yapmıyorlar, otomobillere aşık oldukları için bunu yapıyorlar ve uygun koşullarda çok iyi işler yapacaklarından hiç şüphem yok.



   Önce otomobillere ilgisi olmayan insanlara baktık, dergilerin kalitesi görece düşük dedik ve otomobil medyasına baktık, ama onlar için de işler farklı bir konumda, onların da ellerindeki imkanların "araçların fotoğraflarını çekebilecek kadar zaman" olduğunu düşünürsek, elbette ortaya koyabildikleri bu kadarla kısıtlı. O zaman hatayı şimdi de başka bir yerde aramanın zamanı geldi; otomotiv şirketlerinin yöneticilerinde.

   Türkiye'de pek çok marka yer alıyor ve bu ülkede üretim yapan da bir çok firma var. Hepsine teşekkür etmek isterim; yine de kafamda onlar hakkında pek çok soru işareti olduğu da bir gerçek. En büyük merakım da şu, siz yöneticiler bu test araçlarını medya mensuplarına sunmak yerine turşusunu kuracaksınız? Kendi makam araçlarını mı test için veriyorsunuz, araçsız mı kalıyorsunuz da bu acele? Avrupa'daki meslektaşlarınız milyon dolarlık araçları teste gönderirken yanında teknik ekibini bile yollayacak kadar cömert olabilirken, hatta bunun üstüne medya mensupları bu araçları yerden yere vurup, firmaları madara ederken, bu firma yetkilileri gayet sakinler. Üstelik bu markaların patronları bile bu eleştrileri olumluya çevirmek için fırsat olarak görebildiğini söylüyorlar kimi zaman. Peki Türkiye'deki yöneticilerin kraldan çok kralcılığının sebebi nedir?

   Örneğin X diye bir şirket olsun, onların tasarımcıları, yöneticileri Avrupa'daki bir testte olanlardan ders çıkartabiliyorlar, araçlarında neler yapmaları gerektiğini görüyorlar, eleştirileri olgunlukla kaşılıyorlar. Bu araç onların ürünü olmasına rağmen. Peki bu X markanın Türkiye'deki yöneticisinin işi ne derseniz; Satış yapmak, para kazandırmak, eğer Türkiye'de üretim yapan bir şirketse üretimden sorumlu yöneticilerin de üretimin verimli olmasını sağlamak. Bir kısım da ar-ge yapan firma var, onların da ne kadar "geniş kapsamlı" çalıştığını biliyoruz zaten. Ama bu X şirketin sahibinden daha korumacı oluyorlar markaya karşı. Bunun adı "Kraldan çok kralcılık" değil de nedir? Bu yöneticilerin bu markaya kendini bu kadar "adanmış olması" nedendir?

   Açıkçası markaların yöneticilerinin iş yapma değil de koltuk sevdası olduğunu düşünüyorum, hem de çok uzun zamandan beri. Burak ERTEM'in yazısı da bu konudaki fikirlerimin kuruntudan ibaret olmadığının bence göstergesi gibi. Başkaları ne düşünür bilmem, ama ben böyle olduğunu düşünüyorum.



   Kısa bir örnekle bitirmek istiyorum; McLaren MP4-12C adında bir aracı piyasa sürdü ve ilk testleri nasıl geçti? Bir çok medya mensubu bu aracın ölü olduğunu söyledi. Araç kimine göre "kullanmak için aptal olmalısınız" kimine göre "çöp" olarak nitelendirildi. Şirket çalışmasını yaptı, sorunları tespit etti ve hemen bir güncel paket geldi. Firma hatasını medyadan aldığı yorumlara göre düzeltti. Peki medya mensupları burada olduğu gibi firmaların baskısı altında konuşsaydı ne olacaktı? McLaren kullanıcılarının memnuniyetsizliğini nasıl giderecektiniz?

   Hangi marka olursa olsun,sevgili yöneticiler; bırakın işini yapması gerekenler işini yapsın, biz bunları okuyalım, kaliteli yayınlara ulaşalım, otomobilleri daha çok sevelim, sizin araçlarınızı daha çok satın alalım. Siz de bu eleştirilere bakarak aracınızın gelişimde bir katkıda bulunun, bir fikir sahibi olun. Siz bu döngünün önünü kestiğiniz sürece, bu ülkede otomobil kültürünün gelişimi sekteye uğrayacak. Otomobile sektöründe katkısı olmayan, sadece üretim yapan bir ülke konumdan öte gidemeyeceğiz. Her şey sizin elinizde ve işinizi en iyi şekilde yapmaktan, açık fikirli olup risk almaktan kaçmayın. Ya sıradan bir yönetici olursunuz ve sıradan bir emekli hayatı yaşar yada işinizden kovulursunuz, yada bir şeyleri farklı yaparsınız ve işleri bir sonraki boyuta taşıyabilirsiniz. Düşmekten korkanlar emekler, korkmayanlarsa ayağa kalkar ve adım atarlar, sizden adım bekliyorum.

   Yazımı bitirirken şunu da belirtmem lazım, ben bu yazımla kimseyi hedef almadım, gördüklerimi ve hissettiklerimi yazdım. Düşündüklerim bu yönde ve otomotiv sektörünün adım atmaktan korkmaması gerektiğini uzun süredir düşünüyorum. Okan Bayülgen otomobiller hakkında bir program yaptığında orada bir markanın Türkiye yöneticilerinden biri şöyle bir şey söylemişti, henüz araç gelişimi yapabiliriz, tasarım yapamayız. Sonra gördük ki NY taksi ihalesinde en iyi tasarım ürünü bir Türk tasarımıydı. Tüm markaları ve yöneticileri zan altında bırakmak gibi bir niyetim de yok, aralarında işini iyi yapanlar var, hakkını yememem lazım, ancak sektörü baltalayanlar da var, ve bu biz otomobil severleri üzüyor.

   Sabır gösterip, okuyan herkese teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder